http://arsiv.sabah.com.tr/2001/02/19/y03.html
Bestesi bilinmeyen garip şarkılar
Toulouse Lautrec soylu ve zengin bir ailenin çocuğuydu.
Küçük yaşta attan düşüp cüce kaldığı için; Montmartre kızlarıyla haşır neşir olmaya çalışırken, alaya alınmaktan korkardı. Ama onlardan da vazgeçmezdi. Tıpkı Pierre Louys, tıpkı Carco gibi...
Yaşama karşı iki direnç kaynağından biri fırçası; öteki de, zulalı bastonuna doldurduğu konyaklardı.
İçi sıkıştıkça bastonundan, aynı zamanda gümüş bir kadeh olan bastonun vidalı sapına, cömertçe konyak döker ve bir nefeste dikerdi.
Bizde Montmartre kızlarının, İstanbul'un kuytularındaki eşizleriyle harmanlanmış sanatçı, çok çıkmadı.
O değişik, sıcak ve acılı şıngırtılardan, sesler yansıtmış yazar da çok değildir.
Bir Ahmet Rasim, bir Selahattin Enis, bir Ercüment Ekrem, bir Osman Cemal belki...
Bizde "devlet tipi ağırbaşlılık" en benimsenen model olduğu için; sanatçılar dahi bu modeli taklit etmekten kolay kurtulamamışlardır.
Oysa deli bozuk bir bohemden emilen sütlerin şiiri başkadır.
Yaşamları karmakarışık gölgelerle dolu kızların; kendilerini anlamaya, hatta sevmeye kalkmış sanatçılara bazen gösteriverdikleri dostluk; öyle telefonlu, randevulu, çiçekli, akşam yemekli flörtlerin, dostluklarına hiç benzemez.
Devedikenleri, kekikler ve katır tırnaklarıyla dağ papatyalarının hengamesinde; adilikle ulvilik arasında kendini yitirmeden salıncaklanmak; ancak sanat adamlarının göğüsleyebileceği cehennem kokan bir cennet, cennet kokan bir cehennemdir.
Dar, loş ve rutubetli küçük sokaklarda, kayıp gitmiş yaşamların paylaşıldığı; tozlu tahta, soğanlı fasulye, aşk teri ve losyon karışımı ağır bir meltemin; gıcırtılı merdivenlerle, insanı karşıladığı pansiyonlar...
Dudullu'nun arkalarından Şile'ye doğru; tarlalar arasında kaybolmuş toprak yollar kıyısında aranan; sönük ışıklı, küflü aynasının köşesine sıkıştırılmış bir tutam kuru çiçekli, evler...
Yazık ki o dünyalardan çok resim, çok şiir, çok yazı çıkartamadık...
Politikaya harcanmış mürekkeplerin ellide biri, oraları anlatmak için de kullanılsa; edebiyat albümü bu kadar az fotoğraflı kalmazdı.
Lautrec, bastonundaki konyak zulasından gümüş kadehli bir fırt çektikten sonra, yanındaki Montmartre kızlarına gümüş tabakasından sigaralar ikram ederdi.
Kızlardan biri, aşınmış bir "mersi"yle sigarayı aldıktan sonra, Lautrec'e yandan ılıkça bakmış ve şöyle demişti:
- Biri vardı, o da sizin kadar kibardı, ressam olduğunu söylerdi.
Lautrec:
- Kim acaba, diye sormuştu.
- Bilmem, galiba adı Matisse'di.
Onlar yarenlik ettiklerinin toplumsal kimliğini bilmezler bile...
İki meçhulü bir serserilikte önce arabesk, sonra Albinoni dinlersin.
Başlangıçta Adagio'lar kulaklarına ters gelir. Alaylı alaylı gülüp, dudak bükerler. Sonra müziğin tılsımlı rüzgarı, onları da sürükler. Bir anda ürpertili başka bir derinlik görürler. Yağmurlu bir yalnızlık, sesi yürekte yankılanan gizli bir hıçkırık, bir şafak ve gurup ölümü türküsü...
Küçücük bir sesle sorarlar:
- Bunları yalnızken dinlemek çok tehlikeli değil mi?
Hiç ummadığınız anda, bakarsınız, çakıvermişlerdir Adagio'ları yalnızken dinlemenin tehlikeli olabileceğini...
Bazıları için yaşam; boşluklar, yokluklar ve avareliklerle el sıkışmayı sürdürebildiğin kadar ilginçtir.
Lautrec için de öyleydi, Matisse için de öyle...
Not: 13 yıl önce yazılmış bir yazı... "Güneş"den...
*
http://arsiv.sabah.com.tr/2001/02/21/y03.html
Hukukun üstünlüğü mü politikanın üstünlüğü mü?
Pazar günü kalkıp Köyceğiz'e gelmiştik. Hava günlük güneşlikti. Bir hayli büyüyüp danalıktan inekliğe geçmiş olan, açık kahverengindeki beyaz alınlı Binnaz, karşıdaki okaliptüs korularının kıyısında, yere yanlamış geviş getiriyordu. Köyceğiz gölü masmavi gizemli bir ayna gibi, karşıdaki efsanevi Ölemez dağının eteklerine doğru uzanıyordu...
Radyom gözlü simsiyah Otello ile kediden çok vaşaka benzeyen tekir abartması Tüyloş; nasıl sezmişlerse sezmişler geldiğimizi, daha çantaları içeri taşırken, küçücük çim bahçenin verandasında arz-ı endam eylemişlerdi...
Her yer ışıklar içinde sakin, sessiz ve yemyeşildi. Bodur narenciye ağaçlarının, koyu nefti sık yaprakları arasından, yaramaz çocuk gözleri gibi, çıldır çıldır bakıp duruyordu yüzlerce mandalina, yüzlerce portakal ve sapsarı limonlar...
Pazartesi birden hava bulutlandı. Eksik gedik şeyleri tamamlamak için, Marmaris'e doğru giderken birden cep telefonu çaldı. İstanbul'dan sevgili Şafak Barış arıyordu:
- Hemen radyoyu açın, diyordu. Milli Güvenlik Kurulu'nda tartışma çıkmış, Bülent Ecevit toplantıyı terketmiş...
Köyceğiz'deki özel müsteşarım Mehmet Çulhacı, taksisinin radyosunu açtı. Her zamanki gibi mahut türküler çalıyordu. Derken saat 12 oldu. Haberler başladı...
Şimdi tüm Türkiye'nin bildiği şeyleri başladık öğrenmeye...
Gerçekte alt yapısının salt etiketleriyle, dış görüntüsü değiştirilmiş olan köhne Osmanlı'nın; gerçek yüzü çıkıyordu ortaya...
Her ne kadar Padişah'ın mülkü sayılan ülke toprakları, 1920'den sonra "Hazine arazisi" sayılmışsa da; Hazine, iktidardaki siyasetçilerin tasarrufu altındaydı...
Son 70 yıl içinde Hazine arazilerinin kimlere ihsan edilip, kimlerce yağmalandığının saydam bir dökümü asla çıkarılmamıştı ortaya...
Devlet Bankaları ise bir çeşit "Hazine-i hassa" idi. Onlar da iktidardaki siyasetçilerin tasarrufu altındaydı. Son 70 yılda, geri dönmemiş kredilerin de; Devlet bankalarınca, kimlere verilmiş olduğunun saydam bir dökümü asla yapılmamıştı.
Osmanlı döneminin "Rical-i Devlet"i, Cumhuriyet döneminde "devlet büyükleri" olmuştu...
Devlet büyüklerinin astığı astık, kestiği kestikti ve onlar her şeye kadirdiler.
Çocuklara daha ilk okuldayken, "büyüklerimizin her şeyi bizden iyi bildikleri" koşullanması dopinglenirdi.
Hazineden geçinmeli üst kesimin çıkarlarına göre biçimlenmiş, "oligarşik" bir yapı ki biz ona "kabuk devlet" biçimlenmesi diyorduk- bir yandan hamaset afyonlaması, bir yandan da "Türk'e Türk propagandası" yaparak, maskeliyordu ekonomik talanı...
Siyaset kavgaları ise temelde, Osmanlı dönemindeki Padişah olanaklarını ele geçirme kavgalarıydı...
Ve partilerin hiç biri, "Hukukun üstünlüğü; yasaların sade yönetilenler için değil, yönetenler için de geçerli olması; ve saydamlık" ilkelerinden yana değildiler...
Sadece iktidarlara ait avantaları ele geçirmekten yanaydılar.
Oligarşik bir yapıya dayalı "Kabuk Devlet"in, halka hizmet veren "Teknik Devlet"e dönüşmesini sağlayacak, yeterli bir iç dinamik de yoktu ülkede.
Mevcut oligarşik yapıyı kınayan, eleştiren, didikleyen; sanatçılar, ozanlar, yazarlar, bilimciler; cezaevlerine tıkılır, ezilir, süründürülür, yok edilir; bazen de öldürülürdü... Çağdaş değişimlere dönük, yerli-yabancı kitaplar ise; yasaklanır, toplatılır, mahkemelere verilirdi.
Bütün bunların "vatanı tehlikelerden korumak için yapıldığına" inandırılırdı kamuoyu..
Kimsenin aklına Ankara egemenlerinin, 20. Yüzyıl'ı da rezalet bir fiyaskoyla ıskalamış olduğunun su yüzüne çıkacağı gelmezdi.
Hele "yaşam kalitesi" açısından, Yunanistan'ın bile 65 basamak altında kalınmış olduğunun ortaya çıkacağı, hiç gelmezdi.
Türkiye'nin dünyadaki çürümüş ülkeler arasında 4. sırada bulunduğunun açıklanması ise, politikadaki tüm kepazeliklerin üstüne tüy dikti.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, her fırsatta yüksek sesle, "hukukun üstünlüğünü; yasaların sade yönetilenler için değil, yönetenler için de geçerli olduğunu; ve saydamlığı" savunan ilk Cumhurbaşkanı...
Bizim politikacılar, bu tür ilkelere kesinlikle alışık değiller..
Onlara göre politika; gerektiğinde on bir muhalif milletvekilini, bakanlık vaadiyle yanına çekerek çoğunluğu sağlayıp, iktidara gelmek; ve on bir bakanlığı, parti değiştirmiş olanlara vermek, falan...
Ahmet Necdet Sezer ise, hukukun üstünlüğü ve saydamlık diye tutturuyor...
Sonunda politikacılarla arasında bela çıkacağı belliydi.
Şimdi bazıları, "Cumhurbaşkanı da mahut oligarşik yapıya uyum sağlamalı" diyor. Bazıları "Politikacılar kasıtlı olarak çıkardı bu krizi" diyor...
Bu arada Avrupa Birliği'nin Ankara hakkında ne düşündüğünü az çok biliyoruz. Washington'un yeni siyasal simgesi Bush'un, ne düşündüğünü ise hiç bilmiyoruz.
Ne olacaksa olacak, yaşayanlar da görecek..
Padişah mirası üstünde biçimlenmiş oligarşik yapı, iç dinamikler sayesinde teknik devlete dönüşüp, saydamlaşabilse; şimdi kimsenin başı ağrımayacaktı...
Ne yapmalı ki, bu olmadı. Şimdi hukukun üstünlüğüne inanmış bir Cumhurbaşkanı ile globalleşme sürecinin Türkiye'yi de sarmalamaya başlayan saydamlaşması; zorlamaya başladı politikacıları...
10-15 yıl, zor günlerden geçileceğe benzer...
Görelim bakalım Mevla ne eyler.
Ne eylerse güzel eyler..
*
http://arsiv.sabah.com.tr/2001/02/22/y03.html
Doğrular üstüne kah kah, kih kih...
"Hakikat, yahut doğru" üstüne söylenmedik söz mü kalmıştır insanlık tarihinde? Örneğin elektonlu bir mizahçı olan Jules Renard, insanlığın "doğru"yu arayıp durmasıyla dalga geçerken şöyle demiştir:
- İnsanlıkta esas olan hatadır. Hakikat ise sadece hatanın yanılmış biçimidir.
Bir başka ünlü söz de şudur:
- Hakikat hiç bir zaman iktidar olamaz. Ama sürekli yenilip yok olur, kendisinin düşmanları..
Rıza Tevfik de, eşini kaybettiği gün, üç yaşındaki kızları Selma'ya hitaben yazdığı şiirde şöyle diyordu:
"Bir hakikat var mı derken, bir hayale döneriz;
Hayat budur benim için, hatta senin için de..."
Bürokratik alemdeki didişmelerden öfkesi kabaran babama da, babaannem moral verirken şöyle derdi:
- Doğru sallanır, ama hiç bir zaman yıkılmaz...
"Hakikat, yahut doğru nedir, ne değildir" sorusu, başta Platon olmak üzere Yunan düşünürlerini de, oradan oraya savurtup durmuştur metafiziğin gölgeli ormanları içinde...
Gelelim yine bizim mahut Türkiye'ye... Türkiye neden hem modern teknolojilerle bütünleşen, hem de onlara katkı yapan çağdaş bir ülke olamadı bir türlü?
Çünkü 18. Yüzyıl'ın başındaki Padişah III. Ahmet'le, Sadırazam Nevşehirli İbrahim Paşa da dahil; hazineden geçinmeli üst düzey egemenler, çağdaşlaşmayı üretim biçimlerinde arayacaklarına, Avrupa'nın yaşam ve tüketim biçimini taklit etmekte aradılar...
III. Selim de aynı şeyi yapmaya kalktı; II. Mahmut da; Tanzimatçılar da; İttihatçılar da; Cumhuriyetçiler de...
Üçyüz yıldan bu yana Türkiye'nin hazineden geçinmeli egemenleri, çağdaşlığı sürekli Avrupa'nın yaşam ve tüketim biçimini taklit etmekde aradılar...
Hiç birinin ya aklına, ya işine gelmedi, üretimde çağdaşlaşmayı aramak...
Hakikatin, yahut doğrunun ne olup ne olmadığı; 25-35 bin günlük bir süreci kapsayan ömür serüveninde, bireyler açısından bir hayli sisli ve puslu görünebilir...
Birey ömrünü çok aşan kurumlar ve uğraşlar açısından durum pek öyle değildir.
Örneğin evrendeki yeni enerji kaynaklarını keşfetmekle uğraşan üniversiteler; hem üretim biçimlerinin, hem de yaşam biçimlerinin değişmesinde öncülük ederler...
Ve bilirler ki, evrendeki tek doğru "sürekli değişim"dir...
Türkiye ise kendi oligarşik yapısının tepesine geçme derdindeki "politik hırslar"a karşı; "değişim"den yana evrensel boyutlu kurumlar yaratamamıştır...
Türkiye'nin iç dinamikleri yeterince çalışmadığı için; ister istemez küreselleşme sürecinin dış dinamikleri değiştirecektir Türkiye'yi...
Buna karşı çıkanlar da elbet olacaktır.
O nedenle de önümüzdeki 20-30 yıl zorlu geçeceğe benzer..
Ancak evrensel değişime karşı çıkma zorlanmaları, genç kuşakların önemli bir bölümünü ziyan zebil edebilir...
Şayet Türkiye'nin, durdurulamaz ve önlenemez olan evrensel değişimle daha esnek ve ılıman bir ortamda bütünleşmesini genç kurmaylar da dahil- isteyenler varsa...
Çok da zor değildir bunu gerçekleştirmeleri...
Önce egemen kılmalıdırlar hukukun üstünlüğünü, politik demagojilerin üstünlüğüne...
Hukuk nedir diyorsanız...
"Hukuk, insanlığın ortak huzurunu güvence altında tutmaya dönük evrensel ilkeler matematiğidir".
Türkiye'nin ulusal çıkarlarının, hukukun evrensel ilkeleriyle çatışabileceğini iddia edenler; kendi özel pozisyonlarıyla egemenlik avantajlarının bozulacağından kaygılananlardır...
Hukukun üstünlüğünü benimsedikten sonra... 70 yıllık gazete koleksiyonlarının taranmasına ve "Siyasetçi yalanları" diye kalın bir ansiklopedinin yayınlanmasına gelir sıra...
Tabii Türkiye'nin 21. Yüzyıl'la bütünleşmesini sağlayacak en temel mekanizma ise saydamlaşmadır....
Son 70 yılda hazine arazilerinin kimlere ihsan edilmiş olduğuyla, kimler tarafından hapazlanmış olduğu da açığa çıkarılmalıdır; Devlet Bankaları'ndan geri dönmemiş kredilerin kimlere verilmiş olduğu da...
Bireyler, kendileri için en sağlıklı "doğru"nun, en az çabayla en rahat yaşamı sağlama kurnazlıkları olduğuna inanabilirler...
Bireyleri aşan "doğrular" ise, evrensel değişimin önünde iflas etmeyen; koşullanmalardan arınmış "doğrulara" dönük olan çaba ve çalışmalardır...
Türkiye'de oligarşik yapının egemenleri, kendilerinden yana olan kurnazları ödüllendirmişler; koşullanmalardan arınmış "doğrulara" dönük çaba ve çalışmaların insanlarını da; ezmiş, bitirmiş, yok etmişlerdir...
Bu yüzden, güncel oportünizm en "doğru" yaşam biçimi olarak görünmüştür insanlara...
Böylece Türkiye, biten yüzyılı da rezalet bir fiyaskoyla ıskalamış ve "yaşam kalitesi" açısından Yunanistan'ın bile 65 basamak altında kalmıştır...
Herhalde ülke için en "doğru" olan, böyle bir sonucu gerçekleştirmek değildi...
Öyleyse politikacılar neden iddia edip durdular ki, en doğru yöntemi uygulamakta olduklarını?
Kah kah, kih kih...
*
http://arsiv.sabah.com.tr/2001/02/24/y03.html
Taşlar yerinden fena oynadı, çok şeyler değişecek...
Ankara çıkmazının en somut belgesel görüntüsü olan; dengesiz, anarşik ve bıktırıcı İstanbul dağdağasından, hiç değilse bir haftalığına kurtulup; Köyceğiz'in sessiz, sakin ve gösterişsiz doğallığında, sadece sevenlerine malum Pastoral Senfoni'siyle bütünleşmeye gelmiştik...
Köyceğiz'in bitiminde başlayan Hamitköy'deki Güner Akkut'un sevimli Valantino bahçe lokantası, Şubat'ın kimsesizliğinde sanki bizi bekliyor gibiydi...
Hava güneşliydi ve büyük ağaçların altındaki bahçe havuzunun biraz ötesinde bembeyaz evcil güvercinler dolaşıyordu...
Valantino'nun dış kapısı önündeki müşterisiz üç-dört masadan birine oturup, değişik salatalarla, sivri biber ve birkaç dilim domates eşliğinde köfte yedik, bir kaç kadeh kırmızı şarap da içerek...
Ekincik'e giden yoldan arada sırada bir kamyon, yahut bir traktör geçiyordu...
Yolun öteki tarafında koyu nefti yapraklarıyla bodur portakal, mandalina, limon ağaçlarının kümeleri uzanıyordu... Ağaçların üstünde tek tük sarı portakallar görünüyordu; çoğu toplanmıştı çünkü...
Her şey ne kadar sessiz, sakin ve tanrısal bir ressamın tablosu içindeydi.
Sonra her şey karmakarışık oldu...
Önce Köyceğiz gecesinde yeri göğü inleten fırtınalar patladı...
Ve derken Ankara'daki siyasal ve ekonomik depremlerin gümbürtüsü başladı...
Biten yüzyılı da rezalet bir fiyaskoyla ıskalamış olduğumuzun bilincindekiler için, çok da şaşılacak bir şey yoktu...
"En büyük tehlike komünizm - En büyük tehlike bölücülük - En büyük tehlike Şeriat" deyip dururken; üstü boyuna örtülmek istenen asıl büyük tehlike birden çıkıvermişti ortaya...
Bu tehlike, Zülfü Livaneli'nin dünkü yazısının başlığında sallıyordu tırpanını; "Uganda ile aynı ligdeyiz"...
Zülfü Livaneli şöyle başlıyordu yazısına:
"Sonunda bunu da başardık.
Uluslararası rating kuruluşları, Türkiye Cumhuriyeti'nin kredi notunu Uganda seviyesine geriletti.
Ekonomik istikrar programı bozuldu.
Reel sektör artık üretim ve istihdam yaratamayacak duruma geldi.
Halk şaşkın."
Yine dünkü Sabah'da, Sedat Sertoğlu da şöyle bitiriyordu yazısını:
"Dünyanın nereye gittiğini göremeyen, değişimleri hemen kavrayıp o yönde kendini yapılandırıp harekete geçmeyen devletler, 21'inci yüzyılın kayıp devletleri olacaktır.
Ve ne yazık ki, Türkiye bu kayıp devletlerden biri olmaya aday gösteriliyor.
Türkiye'ye, Türk insanına yazık değil mi?"
Lafı eveleyip gevelemeye gerek yok...
Global sermayenin gelmesi için, gerekli güven ortamı yaratılamadıkça, hiçbir çıkış yolu yok...
Gençlik yıllarımın en yakın dostlarından biri olan Bülent Ecevit'in, gitgide uçan mürekkeple çizilmiş kötü bir karikatüre benzeyen iktidarı ise, böyle bir güven ortamını yaratacak nitelikte hiç görünmüyor...
Bülent'in gönlündeki gizli egemenlik hırsına, keşke ozanlık tutkusu ağır bassaydı da, kariyerini bu kadar kötü bir parantezle kapatmak durumuna düşmeseydi...
Taşlar fena oynadı yerinden. Çok şeyler değişecek artık, göreceksiniz...
*
http://arsiv.sabah.com.tr/2001/02/28/y03.html
Kendi kendini aldatma salaklığı...
T.C.'nin, 20. yüzyılı da rezalet bir fiyaskoyla neden ıskalamış olduğunu; neden çürümüş ülkeler sıralamasında baştan 4'üncü sıraya oturduğunu ve "yaşam kalitesi" açısından Yunanistan'ın bile 65 basamak altına neden düştüğünü kendinize dert eder de; sorunları "resmi görüş" diye bilinen hamaset afyonlamasının dışında, ele almaya başlarsanız; çöller ortasında kendi kendine zikredip duran deli dervişlere de benzemeye başlayabilirsiniz...
Yüz yıldır tekrarlanıp duran cızırtılı bir eski zaman plağını hâlâ daha döndürüp durma ötesinde, kendisini yenileyip çağdaşlaştıracak ne yeterli bir dinamiği var buraların, ne de yeterli kadroları...
Ancak globalleşme sürecinin dış dinamikleri değiştirecektir Türkiye'yi... O da 20-30 yıl daha alır gibime gelir...
Napoleon, anlamsız yere Duc d'Enghien'i kurşuna dizdirdiği zaman; o dönemin Dışişleri Bakanı Talleyrand'ın söylediği ünlü bir söz vardır:
- Salakça, ama ne yapalım böyle...
Son günlerde çok sık hatırlıyorum bu sözü...
Ankara egemenlerinin, hiçbir sorunun özüne inmeden; yapay kurnazlıklarla sadece kendi durumlarını idare etmeye çalışarak; bir çıkmaza doğru gittikleri, daha biten yüzyılın ortalarında belli olmuştu.
O zaman dilden dile dolaşan bir Alman fıkrası vardı.
Bir Alman, Türkiye ile Almanya'yı kıyaslarken şöyle demişti:
- Almanya'da da durum ciddidir, ama asla umutsuz değildir. Türkiye'de ise durum umutsuz, ama asla ciddi değildir.
Ankara başkent olup da imajı, yani ilk bakıştaki vitrini değiştirildiği zaman; İçcebeci, Hamamönü, Samanpazarı, Ulucanlar gibi semtleriyle eski Ankara, yine bir mezbelelik olarak kalmıştı.
Aka Gündüz anlatmıştı. Bir Fransız gazeteciye yeni başkenti gezdirirken, Bentderesi'ndeki sefaletin içinden de geçmek zorunda kalmışlar.
Fransız gazeteci şaşırmış; vitrin görüntüsünün arkasındaki yoksul, döküntü mahalleleri görünce:
- Bu da ne, diye sormuş.
Aka Gündüz tatlı tatlı gülümser ve verdiği yanıtı tekrarlardı:
- Biz buraları kasden böyle tutuyoruz. Genç kuşaklara "bakın neydik, ne olduk" diye gösterebilmek için...
İmaj... Vitrin görüntüsü... Cila... Dışa karşı çağdaşlaşmış görünme... Ya işin iç yüzü? Boşver işin içyüzüne. Boşver kul yığınlarına...
İşin içyüzünü kurcalamaya kalkanları da ezer, süründürür, yok edersin; olur biter.
Biten yüzyıl boyunca ortalama her iki yılda bir, bir yazı adamının öldürülmesi bir rastlantı mıdır? Ya yasaklanan yerli ve yabancı kitaplar?
Geçenlerde Ali Kırca'nın "Siyaset Meydanı"nında, -politik sözlüğümüzde "meydan-ı siyaset" idamların infaz edildiği alan anlamına da gelir- Prof. Eser Karakaş, Türkiye'nin yine imajını değiştirmekten söz edilirken; dayanamadı, beylik gazeteci deyimiyle, patladı:
- Türkiye'nin imajını düzeltmeyi bırakın da, Türkiye'nin kendisini düzeltin, dedi.
Sorunların özüne inerseniz, Türkiye'nin sorunları karmaşık da değildir. En baş sorun, saydamlıktır... Sezildiği kadarıyla kimsenin pek de istemediği saydamlık...
Yunanistan karşılıklı olarak savunma harcamalarını azaltmayı önerdi.
İçerde yeterince durulmadı üstünde. Bize kalırsa durulması gerekirdi...
Neyse...
Türkiye, kendi tutarsızlıklarıyla vitrin dışı kaosunu yaşayabildiği yere kadar yaşayacak. Kimi kendince keyfetmeye kalkacak, kimi kahrolmamaya...
Sonra globalleşme süreci sarmalayacak Türkiye'yi de...
ABD ile Avrupa Birliği'nin girişimlerine bakarsanız, bu süreç başlamış durumda...
Hababa debaba; düzlüğe çıkılacak sonunda.
Enseyi karartmayın.
*
http://arsiv.sabah.com.tr/2001/03/02/y03.html
Futbolculuk, türkücülük, gecekonduculuk, mankenlik...
Saydamlaşma sürecinin projektörleri, bizim T.C.'nin de üstüne doğru yöneldikçe; dış görüntülerin uydurma süsleri, pul pul dökülüyor ve altından iskelet kafaları çıkmaya başlıyor...
Talan, beleş, üçkağıt ve rüşvet etiketli kuru kafalar...
Bunun nedenleri de belli. Türkler'in özelliği mesleksiz oluşları ve yaşam başarısını; "astığı astık, kestiği kestik" bir padişah taklitçiliğiyle, kestirme yoldan zengin olma kurnazlıklarında görmeleri...
Gelelim şimdi 15-20 yaş arası gençlerin hayallerine... Benim gördüğüm kadarıyla, en büyük hayalleri zengin olmak...
Değişen dünya koşullarını izlemedikleri için, ayvanın en boğucu türünü yiyeceklerinden habersizler.
Haberleri yok ki, insanlık "varlıklı olmak"tan, "var olma"ya doğru kanatlanıyor...
Daha biten yüzyıl içinde, Rothschild'lerin, Rockefeller'lerin, Ford'ların göz kamaştıran servetleri; Picasso'nun, Dali'nin, Simenon'un, Bill Gates'in salt fırça, kalem ve beyin gücüyle Ğsermayesiz ve kurnazlık dışı- yarattıkları servetler yanında, gerilerde kalmaya başladı...
Bizim gençler ise çevrelerindeki kötü örneklere özeniyorlar; "var olma" yaratıcılığının, "varlıklı olma" çabalarına ağır basmaya başladığını göremiyorlar...
Yüzde 95 oranında, bir daha onaramayacakları bir düş kırıklığı bekliyor kendilerini. Yazık...
Türkiye'de yoksulken, bir anda zengin oluvermenin dört trampleni var; kız-erkek, gençlerin aklına da en çok bunlar takılıyor:
1- Ünlü bir futbolcu olmak ve milyonlarca dolar transfer parası almak...
2- Sahne eğlendiricisi ve özellikle de türkücü olmak..
3- Hazine arazilerine bir gecekondu dikip, bir yapsatçı aracılığıyla gecekonduyu, on katlı bir apartmana çevirerek; yedi-sekiz daire sahibi bir rantiye olmak...
4- Önce manken, sonra ünlü bir dansöz ve sinema yıldızı olmak..
Türkiye'ye özgü yoksulluktan kurtulma yolları; besbelli ki, artık eski olanakları sağlayamayacak bir duruma geliyor..
Dünya futbol piyasasında rekabet çok keskin...
Daha 15 yaşındayken, zengin olma hayalini böyle bir rekabette ön çekmeye bağlamak; aşırı sakat ve akılsızca...
Sahne hayatı ve türkücülük de, derinliğine incelenmeye değer... O dünya da, göründüğü gibi değildir. Ne kazanmak için, ne bedeller ödendiğini kimse bilmiyor.
Hazine arazilerine gecekondu dikme hayali de, artık riskli.. Gitgide daha da sakıncalı olacağa benzer..
Mankenliğe gelince...
Acaba manken olma hayalleriyle, yılda kaç bin genç kız geliyor İstanbul'a taşradan? Ve sonra ne oluyorlar? Kimse inceledi mi?
15-20 yaş gençleri, dünya ansiklopedilerine girmiş bilim ve sanatçıların biyografileriyle ilgilenseler...
Dönemini tamamlamış köhne bir Osmanlı çöküntüsü dışında, çok daha değişik bir dünya görecekler.
Ha, evet; bir de 20-30 yaş arası bir gençlik var. Onlar da akıllarını siyasetçi olmaya taktırmışlar...
Oysa artık siyaset de tahtından inmede... Değişimin öncülüğü, bilimcilere geçmiş durumda...
2050'lerden sonra ABD dahi, Başkanlık seçimleri için gazete ilanlarıyla aramaya başlayacak adayları...
Saydamlığın yoğunlaşması, siyasetin hem itibarını, hem rantını düşürüyor... En somut örnek de, bizim Türkiye...
"İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar" ama, hayaller de 21. Yüzyıl'lı olmak zorunda artık...
21. Yüzyıl ise, akıl çelen bir tüketim reklamcılığının afsununa takılıp kalmaktan ibaret değil sadece...
*
http://arsiv.sabah.com.tr/2001/03/03/y03.html
Kalem ve kağıt serüvenleri üstüne...
Önceki gece, özellikle sabaha karşı, lodos çok sert esiyordu Göztepe'de... Uyuyamadım. Bir ara annemi düşündüm. Artık konuşamayan, ancak koluna girildiği zaman zarzor yürüyebilen, nerdeyse iki büklüm olmuş, doksanbeş yaşındaki annemi...
Arada sırada yanına inip yanaklarını öptüğüm zaman, kadidi çıkmış mavi damarlı elleriyle; elimi, yüzümü, alnımı okşamaya çalışan ve bir iki kelime söylemeye uğraşan annemi...
Düğün günü çekilmiş büyük boy fotoğrafı Ahmet Altan'da duruyor.. Annem, tülden uzun kuyruklu bembeyaz duvaklar içinde... Yanında babam, smokinli... Annemin öteki yanında babası, yani dedem, Tatar Hasan Paşa üniformalı.. Beyaz maşlahlar içinde başörtülü ciciannem... Yirmiüç yaşında Maden Mühendis Okulu'ndaki dayım... Yine başörtülü babaannem... Ve büyük teyzelerle enişteler; çocukları...
Ben henüz doğmamışım.
O fotoğraftan kala kala sadece bir annem var şimdi...
Nasıl oldu bu değişim de, o fotoğraftakiler tümden kayboldular ve ben yetmişdört yaşına geldim?
Sabaha karşı lodos çok sert esiyordu Göztepe'de... Geçmişinde ne matbaa, ne nesir edebiyatı, ne basılmış kitap, ne yazar, ne gazete, ne gazeteci bulunan ve çağları, boyuna ıskalamış bir toplumda; bir ömür yazıyla uğraşmak...
Neden ta ilkokuldan beri sadece yazıyla uğraşmak ve gerek Hukuk Fakültesi'nde hocalığa, gerek avukatlığa boş vermek?
İnsan kendini tanımaz ama, sanırım ki, sekiz yaşında, deniz kıyısındaki yatılı bir ilkokula, bir pazar akşamı bırakılıvermek ve genç annelerle babaların, çarşambaları ellerinde çukulata, pasta kutularıyla çocuklarını görmeye; cumartesileri de, koşa koşa almaya geldiklerini seyretmek; kimsenin beni sevmediği, onun için de aramadığı izlenimi yarattı bende...
Genellikle küçükken sevilmediklerine inanan çocuklar, büyüdükçe başkalarını, kendilerini beğenmeye zorlar, hatta mahkum etmeye kalkarlar...
Sevmek yahut sevmemek, bireye bağlı sübjektiv bir duygu...
Beğenmek yahut beğenmemek; gerekçesinin belgeselleştirilmesini zorunlu kılan beyinsel bir yargı...
Mozart'ı ister sever, ister sevmezsiniz.
Ancak, beğenmiyorum, dediğiniz zaman; gerekçesini belgelemek zorunluğu doğar...
Son kararı da zaman verir. Ya haklı çıkarsınız, ya ahmak...
Türkiye bu tür süzgeçlerin henüz çok dışında... Ne 16. Yüzyıl'dan kalma bir yazarı var, ne 17. Yüzyıl'dan, ne 18. Yüzyıl'dan...
Bugün dahi 7250 kişiye bir kitap düşüyor ortalama...
Ve kimse bilmiyor ki, bir yazı adamının; uğraşlarındaki kapasite ve kalite düzeyi; ölümünden yüz, hatta ikiyüz yıl sonra netleşebilir ancak..
Türk kitaplığının böyle bir birikimi yok.. Tıpkı resim gibi, heykel gibi, opera gibi..
Onun için de, kimse bilmiyor, son yüzotuz yılda Türk yazarlarının kitaplarından ne kazandığını... Ve nasıl geçindiklerini..
Yine uzunca bir tatil başladı... Üç yıla yakın bir süredir, yazı yazmadan geçirdiğim bir tek hafta bile olmadı...
Üstelik Türkiye o kadar çok yoruyor ki, yazı serüveniyle özdeşleşmiş olanları...
Pazartesinden sonra biraz dışına çıkayım kalemle kağıtların, diyorum..
Annemin düğün fotoğrafındaki kaybolup gitmiş gölgelerin tefrikası da; Göztepe'nin mahut lodoslarında hiç bitmeden sürüp gideceğini anımsatıyor gibi..
*
http://arsiv.sabah.com.tr/2001/03/04/y03.html
Bayram bayram dedikleri...
Nihayet Dünya Bankası Başkan Yardımcıları'ndan Kemal Derviş, kriz bataklığına düşmüş Türkiye'ye; ABD'den fırlatılmış bir cankurtaran simidi gibi, kalkıp geldi Ankara'ya ve hemen ekonomiden sorumlu "Süper Bakan" oldu...
60 yıl kadar önce Halil Nihat Boztepe, mizahi bir yergi manzumesinde:
"Bizlere bakan değil, biraz gören lazımdır."
Diye yazmıştı.
Sanırız Kemal Derviş, sadece bakan değil, aynı zamanda gören...
Mehmet Emin Yurdakul'un da:
"Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur."
Diye rüzgârlandırdığı, "Türk'e Türk propagandası" yapıp durma akımı; II.Wilhelm'in, İttihatçılar aracılığıyla, Osmanlı'ya şırıngaladığı bir ırkçılık uzantısıydı. Almanya'nın asıl amacı; çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu'nu, koltuğunun altına alarak, Orta Asya Türkileri'ne doğru açılmaktı.
Berlin'den pompalanan Türk ırkçılığı; aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'ndaki azınlıkları da darma duman edeceği için; o dönemlerde de, Batı'nın "Düveli muazzama"sından boyuna cankurtaran simitlerinin atılmasını bekleyen İstanbul Sultanlığı'nı; Avrupa'nın himayesinden koparacak ve Almanya'nın himayesine perçinleyecekti.
II.Wilhelm'in böyle bir strateji izlemesinin nedeni; Almanya'nın ulusal birliğini, 1871'de Bismarck sayesinde çok geç gerçekleştirmiş olmasıydı.
O nedenle de Almanya'nın, Fransa ve İngiltere gibi; gerek Asya, gerek Afrika'da yeterli koloni ve dominyonları yoktu.
Ama Osmanlı'yı, Avrupa'nın himayesinden koparıp, kendi himayesine aldığında, Türk ırkçılığını da pompalaya pompalaya, Orta Asya'ya kadar rahatça uzanabilecekti.
İttihatçıların ve çevrelerindekilerin, bu tür global stratejileri görebilecek bir kapasiteleri yoktu.
Hem II.Wilhelm tarafından bol bol pohpohlanıyorlar; hem de ırkçılık politikası, her türlü ahmaklıklarını kamufle ediyordu. Kendilerini eleştirenleri, hemen "Türk düşmanı" olarak ilan ediyorlardı.
Öyle ki, I. Dünya Savaşı sonunda İstanbul; İttihatçıların, durup dururken salak gibi savaşa girip, 2 milyon insanın ölümüne neden olduktan sonra; enayice yenilmeleri sonucunda değil de; İngilizler, "Türk düşmanı" oldukları için, işgal edilmişti.
İlkokul çocuklarına bile sürekli bunu öğretiyor, bunu telkin ediyorlardı.
Ve genç kuşaklarda, hem analitik bir tarih bilincini, hem hukuk bilincini, hem makro ekonomik bilinci tümden körletiyorlardı.
Türkiye'nin bir türlü yeterli evrensel kadrolar yetiştiremeyişinde, çok büyük rolü oldu bu tür demagojik körleştirmelerin.
Gazetelerin "Süper Bakan" diye nitelendirdiği Kemal Derviş, Türkiye ekonomisini derleyip toparlayabilecek midir?
Unutmamak gerekir ki, arka planda dizginler, aynı zamanda Washington'un da elinde..
Türkiye, belki savunma harcamalarını da, yeniden gözden geçirecek ve mutlaka düzlüğe çıkacaktır.
İçine düşülen ekonomik kriz...
Ekonomik krizin içine sadece bugün mü düşüldü?
Şimdi dönelim 1595-1603 arasındaki Padişah III. Mehmet dönemine.
III. Mehmet; on dokuz erkek kardeşini, oğlu şehzade Mahmut'u, üç de sadrazam boğdurmuş bir padişahtı... Öldürdüğü kardeşlerinin delikanlı olmuş ikisinden, daha önce gebe kalmış yedi cariyeyi de Sarayburnu'nundan denize attırmıştı.
Acaba onun döneminde ekonomik durum nasıldı?
Hazine'de metelik yoktu. III. Mehmet; hiç değilse, boğdurttuğu Hadım Hasan Paşa ile Ali Ağa'nın elbiselerinin satılarak, parasının kendisine gönderilmesini istiyordu...
Bu isteğe, sonradan yine boğdurulacak olan Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa, şu yanıtı gönderiyordu:
"... Otuz yıldan ziyadedir ki, ortalık bozulmaya yüz tutmuştur. İşkencesiz kimseden ödünç akçe alma olanağı yoktur. Hasan Paşa ile Ali Ağa'nın gerçi bazı kabasaba urbaları vardır. Ama bu urbaların satılması zaman alacaktır..."
Analitik tarih bilincinden, hukuk bilincinden, makro ekonomi bilincinden yoksun; resmi görüşle robotlaştırılmış kuşaklar yetiştirdikçe, krizler de sürüp gitti...
Türkiye'yi sonunda düzlüğe çıkaracaklar. Hiç kuşkunuz olmasın...
Ve enseyi karartmayın!
Yunus Emre'den esintili, bir dörtlükle bitirelim yazıyı:
Bayram bayram dedikleri
Üç beş kurban, üç beş deri
İsteyene ver onları
Bize seni gerek seni
Ey yüce güven!
Bayramınız kutlu olsun...
*
http://arsiv.sabah.com.tr/2001/03/14/y03.html
Dağlardaki tavşan kıçı kahkahaları
Sonunda T.C.'nin, çürümüş ülkeler sıralamasında en baştaki dördüncü basamağa; ulusal gelir dağılımındaki korkunç uçurumlar açısından da, Tanzania'nın altındaki en geri beş ülkeden biri durumuna neden düştüğü; Dünya Bankası'ndan ithal, yeni bakanımız ve umut güneşimiz Kemal Derviş sayesinde -çok kibar bir dille de olsa- hem su yüzüne çıkmaya, hem de ülkenin acil gündemine oturmaya başladı.
Devlet Bankaları, yetmiş yıldan bu yana iktidara gelen egemenlerin gizli bir arpalığı olmuştu.
Buna artık bir son vermek gerekiyordu.
Dışardan mutlaka bulunması gerekli kredi yardımlarının gerçekleşebilmesi için; hazırlanması şart olan yeni ekonomik programda en temel öge, Devlet Bankaları'nın gizli bir siyaset talanından kurtarılmasıydı.
Devlet Bankaları'nın gizli bir siyaset talanından kurtarılması, ne kadar sağlanabilir, yahut sağlanamaz?..
Hazırlanmakta olan yeni ekonomik programın en püf tarafı burası..
Yoksa Kemal Derviş de, açık seçik ilan ediyor ki; 2001 yılı da, kaybedilmiş bir yıldır. Hiper bir enflasyona kayma tehlikesi önlenebilse dahi; en iyimser bir tahminle, yıl sonundaki enflasyon, yüzde 45-50 arasında çöreklenecektir.
Yetmiş yıldan bu yana sürüp gelen ve kul yığınlarından, bol bol pompalanan hamaset afyonlamasıyla saklanan, oligarşik talanın ikinci bacağı Hazine arazileriydi...
O nedenle, yağmalanmış olanlar da dahil, Hazine arazilerinin satışı da geldi gündeme...
Yeni ekonomik programın iç iskeleti, Devlet Bankaları'yla Hazine arazilerinin siyasal talan dışına çıkarılması ve bol keseden devlet harcamalarının kısıtlanıp saydamlaştırılması üstüne oturuyor...
T.C. bunu kıvırabilir mi?
Doğrusu biraz zor, ama başka çare de yok...
Bu arada Manisa ANAP milletvekili Ekrem Pakdemirli, kimsenin sözünü etmeye pek cesaret edemediği savunma harcamaları üstünde de durmaya başladı.
Türkiye'nin nüfusu 20 milyonken, asker sayısı 350 bindi. Kimse yetersiz görmüyordu bu asker sayısını. Türkiye yine aynı coğrafi Türkiye... Sadece nüfusu 70 milyona çıkmıştı. O nedenle de asker sayısı 800 bini aşmıştı.
Nüfusun artışına paralel olarak artan savunma harcamalarını; hem sağlam bir denklem üstüne oturtmak, hem de askere alınan genç nüfusu, üretimden kopartmamanın bir çaresini bulmak gerekiyordu.
Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu da; Çankaya Köşkü'nde Aliyev onuruna verilen akşam yemeği başlamadan önce, gazetecilerle ayak üstü yaptığı sohbette, ekonomik krizin savunma bütçesini de yeniden gözden geçirme zorunluğu yarattığından söz etmişti... Doğal olarak fazla girmemişti ayrıntılara..
Türkiye'de nelerin değişmesi gerektiği, durgun sular kadar berraklaşıyor... Sorun, bu değişikliklerin yapılıp yapılamayacağı..
Bu arada nedense "ara rejim" fısıltıları ve hatta, hafiften propagandaları yoğunlaşmakta..
Washington, -askeri açıdan olmasa bile- ekonomik açıdan Türkiye'yi kendi kaderine bırakır mı, bırakamaz mı?
Bize göre şimdilik bırakmayacağa benziyor. Ama tabii belli olmaz.
Ankara'daki toz duman hazirana kadar biraz daha netleşecektir.
Bizim T.C. rezalet bir fiyaskoyla ıskaladı 20. Yüzyılı da.. Küreselleşme süreci, 21. Yüzyılı da ıskalamasına izin vermeyecektir...
Ne var ki, mevcut oligarşik kadrolar; ne geçmişin, ne geleceğin analizlerinden taze sentezler çıkarmaya alışıklar... Onlar, kendi pozisyonlarına en uygun demagojilerle durumu idare etmeye koşullanmışlar...
Biliyorsunuz, üç-beş yıl öncesine kadar, Türkiye'nin; Adriyatik kıyılarından Çin Seddi'ne kadar, kendisine geniş bir etki alanı yaratmakta olduğu iddia ediliyordu...
Ve bu tür azgın megalomanlıklara, içerde kimse ses çıkaramasa bile, dağdaki tavşanlar dahi kıçlarıyla gülüyordu...
Şimdi bakalım Kemal Derviş, tavşan kıçı kahkahalarını ne kadar ciddileştirebilecek?
*
çetin altan 10-02-2001
http://arsiv.sabah.com.tr/2001/02/10/y03.html
İsmet Paşa'ya ait bir kaç anı...
Hamdullah Suphi, hem sanat tarihçisi, hem hatip, hem büyükelçi, hem de aşırı pozör bir politikacıydı. Özel sohbetlerinde dahi gayet süslü konuşurdu. Bir gün bana, Gazi ve Halide Edip'le birlikte, bir Ankara evinde sabaha dek İnönü muharebelerinin sonucunu nasıl beklediklerini anlatmıştı:
- Hep birlikte susuyorduk... O güneş saçlı adamın yüzünden bazen kaygı bulutları geçiyordu... Halide Edip hanım, ayak ayak üstüne atmış, gayet gergin oturuyordu. Arada bir üst üste attığı ayaklarını değiştiriyor; sağ ayağının üstüne sol ayağını, sol ayağının üstüne sağ ayağını koyuyordu... Derken kapı vuruldu... İçeri karmakarışık bir yüzle yaver girdi. Ayaklarını kavuşturup askeri selamını verdi; bir telgraf uzattı Mustafa Kemal'e... O güneş saçlı adamın yüzüne, bir kasırganın yıldırımları düştü sanki... Hiç ağzını açmadan telgrafı bana uzattı. Telgrafta "Kaçıyoruz, İsmet" yazıyordu... Ben birden "olamaz" diye bağırdım. "Bir milletin talihi bir kağıt parçasının üstündeki bir tek kelimeyle değişip silinemez. Yüzlerce yılın içinden coşa taşa akıp gelen bir nehir, bir kağıt parçası üstündeki bir tek kelimeyle durdurulup yok edilemez..." Mustafa Kemal, fartı teessürle şuurumu kaybedip hezeyan haline geçtiğimi zannetmiş, öyle bakıyordu yüzüme. Halide Edip hanım, hiç ağzını açmadan, üst üste attığı ayaklarını değiştirmişti... Yine susmuştuk... Saatler geçiyor, Ankara fecrinin ilk alaca karanlığında, kavakların üstünden kargaların havalandığı görülüyordu.. Birden kapı tekrar vuruldu. Yaver bir saadet ışığı gibi girdi içeri. Ayaklarını kavuşturup askeri selamını verdi; yine bir telgraf uzattı Mustafa Kemal'e. O güneş saçlı adamın yüzünde ışıkların en güzeli yandı birden; telgrafı yine bana uzattı. Telgrafta "Yendik, İsmet" yazıyordu... O güneş saçlı adam, bu ak saçlı ağabeye dedi ki, "Madem bu zaferi önce siz tebşir eylediniz, öyleyse lütfen yan odaya geçip tebrik telgrafını da siz kaleme alınız." Mustafa Kemal imzasıyla Miralay İsmet Bey'e çekilen o ünlü tebrik telgrafını, bu ak saçlı ağabey yazdı işte... Mustafa Kemal, sadece "makus" kelimesini ilave etti telgrafa..
İsmet Paşa, cumhurbaşkanlığından muhalefet liderliğine düştükten sonra; eski Meclis binasının CHP'ye ayrılmış küçük grup odasında, İsmet Paşa'ya, İnönü muharebeleriyle ilgili o iki zıt telgrafı sormuştum.
İsmet Paşa, hemen sözümü kesmiş ve şöyle demişti:
- Bir muharebede galip mağlup yoktur. Kim daha geç kaçarsa, ona galip denir...
Bir seferinde de, yine aynı grup odasında İsmet Paşa'ya; "Ankara başkent olunca, bir anda yükselen arazi fiyatlarıyla, bir yığın insan bir anda zengin olmadı mı" diye sormuştum.
İsmet Paşa:
- Senden yana olanlara, sen de bir şey vermezsen; neden senden yana olsunlar ki...
Demişti.
İsmet Paşa, Gazi'den sonra cumhurbaşkanı olunca; vaktiyle Gazi'nin başbakanlığından ayrıldığında, kendisiyle birlikte istifa etmiş olan Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam'ı başbakan yapmıştı.
Dr. Refik Saydam da, verdiği ilk demeçlerden birinde şöyle demişti:
- Her işimiz A'dan Z'ye bozuktur..
Ben de, yine 1950'li yıllarda, aynı grup odasında İsmet Paşa'ya sormuştum:
- Peki, sonra neden düzeltemediniz, diye...
İsmet Paşa:
- Biz iktidara gelince 2. Dünya Savaşı çıktı. Savaş bittikten sonra da, iktidardan ayrıldık. Vakit bulamadık düzeltmeye...
Demişti.
Bazen aklıma takılıyor; acaba İsmet Paşa sağ olsa, Türkiye'nin saydamlaşmasına yardımcı olur muydu, diye..
Biliyorsunuz, şimdiye dek siyasetçilerle Hazine'den geçinmeliler arasında, Türkiye'nin saydamlaşmasına katkı yapan hemen hiç kimse çıkmadı... "Hamaset afyonlaması" ve "Türk'e Türk propagandası" yapıp durmakla, sütreleyip gittiler her türlü gizli talanı..
Neyse ki, küreselleşme süreciyle hızlanan evrensel saydamlık; Türkiye'yi de güngünden daha hızlı sarmalayacaktır...
Enseyi karartmayın...
*
22-10-2015
Usta gazeteci-yazar Çetin Altan, 88 yaşında hayatını kaybetti. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), yaptığı açıklamada, "Basınımızın usta kalemlerinden gazeteci-yazar Çetin Altan'ı yitirdik. Üzüntümüz büyüktür" dedi. Basın Konyesi de Çetin Altan'ın ölümüyle ilgili mesajında, "Romanları, oyunları ile edebiyat dünyasının renkli yazarı, eserleri dünya dilerine çevrilmiş 20. yüzyılın güçlü kalemi, eski milletvekili, duayen gazeteci-köşe yazarı Çetin Altan'ı kaybettik. Başta Ailesi'ne, sevenlerine, dostlarına ve basın camiasına başsağlığı diliyoruz. Çetin Altan ışıklar içinde uyusun..." ifadelerine yer verdi.
ÇETİN ALTAN KİMDİR?
Yazar, gazeteci ve eski milletvekili Çetin Altan 22 Haziran 1927'de İstanbul'da dünyaya geldi. Galatasaray Lisesi'ni, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. 1943-1944'de Çınaraltı, Varlık, İstanbul ve Kaynak'da şiirleri ve düz yazıları çıktı. İlk kitabı Üçüncü Mevki 1946'da yayınlandı. Ulus gazetesinde muhabir olarak başladığı gazeteciliğe Hür Ses'te fıkra yazarlığı ile devam etti. Daha sonra Halkçı, Tan, Akşam, Milliyet, Yeni Ortam, Hürriyet, Güneş gazetelerinde ve Çarşaf dergisinde köşe yazıları yazdı. 1959 yılında Abdi İpekçi'nin teklifi ile Milliyet gazetesinde yazmaya başlamıştır. Daha sonra Devrim, Akşam, Hürriyet, Güneş, Sabah, Milliyet gazetelerinde köşe yazıları yazdı.
Çetin Altan 1965-1969 arasında Türkiye İşçi Partisi'nden milletvekilliği yaptı. Önce dokunulmazlığı kaldırılan, sonra da iade edilen ilk milletvekilidir. Bu dönemdeki anılarını "Ben Milletvekiliyken" adıyla kitaplaştırdı. 1960'lı ve 1970'li yıllardaki köşe yazıları, Taş, Sömürücülerle Savaş, Suçlanan Yazılar, 'Kahrolsun Komünizm' Diye Diye, Onlar Uyanırken, Kopuk Kopuk, Geçip Giderken, Gölgelerin Gölgesi, Şeytanın Aynaları, Bir Yumak İnsan (1978 Türk Dil Kurumu Ödülü), Nar Çekirdekleri adlı kitaplarda toplandı.
Altan'ın dört romanı vardır: Büyük Gözaltı (1973 Orhan Kemal Ödülü), Bir Avuç Gökyüzü, Viski ve Küçük Bahçe.
Yazarın tümü oynanmış oyunlarından basılı olanlar; Çemberler, Mor Defter, Suçlular, Dilekçe ve Tahterevalli; basılmamış olanlar ise, Beybaba, Yedinci Köpek, Islıkçı ve Telefon Kimin İçin Çalıyor'dur.
Kavak Yelleri ve Kasırgalar'da çocukluk anılarını anlatan Altan'ın Aşk Sanat ve Servet ve Atatürk 'ün Sosyal Görüşleri adlı iki incelemesi vardır. Rıza Bey'in Polisiye Öyküleri ile Türk yazınında pek az denenmiş olan polisiye türünde eser veren yazar Zurnada Peşrev Olmaz'da mizahi yazılarını topladı. 2027 Yılının Anıları ise onun fütürist bir çalışmasıdır. Çok yönlü bir yazar olan Altan'ın gezi yazıları Al İşte İstanbul ve Bir Uçtan Bir Uca adlarıyla yayınlandı. Tarihin Saklanan Yüzü ise onun Osmanlı tarihi üzerine yaptığı bir araştırmadır.
ÇETİN ALTAN'IN SON YAZISI
Altan'ın son yazısı "Hayal ettiğim ülke bu değildi" başlığıyla 25 Haziran 2015'te Cumhuriyet'te yayınlanmıştı.
Çetin Altan'ın yazısı şöyleydi:
“Artık anlaşılıyor ki ülkeme demokrasinin geldiğini göremeden ayrılacağım bu dünyadan.
Torunlarımıza bırakmayı hayal ettiğimiz ülke bu değildi. Gene de bir hayal kırıklığı yaşamıyorum. Menzil-i maksuda ulaşılamasa da çok yol katettik.
Bir ömür, sadece amaca ulaşmak için harcanmaz. O amaca doğru atılacak bir iki adıma yardımcı olmak için de harcanır.
Yaralı bir devi ayaklarının üstüne koyabilmek için kuşak kuşak o devi sırtımızda taşıdık. Yaralarının iyileşeceğine, o devin ayaklarının üstünde duracağına olan inancımı hiç kaybetmedim. Bir gün bu ülke ayaklarının üstünde duracak. O zaman da, masaldaki gibi “sihirli kedinin çizmelerini” giyerek amacına doğru uçarak gidecek.
Biz torunlarımıza istediğimiz ülkeyi bırakamıyoruz.
Ama siz uğraşırsanız, mücadeleden vazgeçmezseniz, dünyadan ayrılırken “torunlarımıza istediğimiz ülkeyi bırakıyoruz” deme mutluluğunu siz tadabilirsiniz.
Hayallerinizden, ümitlerinizden, mücadelenizden vazgeçmeyin.
Amacınıza ulaşamazsanız da, bu amacı gelecek kuşaklara devretseniz de, kozmosla son hesaplaşmanızda, “daha iyi bir dünya için biz de fena mücadele etmedik” diyebilirsiniz.
Bu da az şey değildir. Buruk da olsa, yorgun gözlerinizde bir tebessüm yaratır.
O tebessümlerin çoğalması da elbet bir gün kurtarır bu ülkeyi.
Enseyi karartmayın.”
*
http://www.milliyet.com.tr/bir-sey-kimildiyor/gundem/ydetay/1999322/default.htm
Giovanni Papini diye ünlü bir İtalyan yazarı vardır. Rahmetli Fikret Adil, Papini’nin “Gog” adlı bir yapıtını çevirmişti Türkçeye.
“Gog” devletler satın alacak kadar zengin bir adamın akıl hastanesine düştükten sonra yazdığı anılarıdır.
-
Yapıtın mülti milyarder kahramanı, çağın tüm konularına karşı zapt edilmez bir merak duymakta ve etek dolusu paralar vererek, çeşitli düşünce akımlarıyla, geliştirilmek istenen yeni kuramları, bunları yaratan ve öncülüğünü eden kişilerin ağzından öğrenmeye çalışmaktadır.
Bu arada aklını Einstein’ın “Görecelik Kuramı”na da takar ve bunun ne menem bir şey olduğunu anlamak için Einstein’la görüşmeye gider.
-
Einstein, zengin deliye, bir hayli karmaşık olan “Görecelik Kuramı”nı üç beş sözcükle nasıl özetleyebileceğini biraz düşünür. Sonra da:
- Bakın, der, bizim bulduğumuz gerçek, sizin anlayacağınız dille şudur: “Bir şey kıpırdıyordu...”
-
Deli zengin:
- Nasıl, nasıl, der, binlerce yıllık insan düşüncesinin vara vara sonunda vardığı doruk bu mu? Bula bula bunu mu buldunuz siz: Bir şey kıpırdıyordu...
Einstein:
- Evet, der, sonunda bu gerçeği saptadık. “Bir şey kıpırdıyordu...”
-
Deli zengin, biraz kazık yemiş gibi hisseder kendisini ama üstünde durmaz.
Fizik ve felsefenin erişebildiği en tepe noktanın “Bir şey kıpırdıyordu...”dan ibaret olmasına şaşarak geçip gider.
-
Uzun bir yaşamdan sonra insanın bazen vardığı gerçekler de “Bir şey kıpırdıyordu” türünden olağanüstü bir basitlik taşıyor.
Örneğin on binlerce yazıdan sonra sezebildiğim tek doğru ne oldu biliyor musunuz?
Kimsenin kendi toplumunu doğru dürüst tanımasına olanak bulunmadığı doğrusu...
-
“Biz şöyleyiz, biz böyleyiz” deyip duruyoruz ama gerçekten öyle miyiz, değil miyiz, bilmiyoruz.
Örneğin Tanzimat’tan bu yana söylenip yazılmış olanların, toplum üstündeki etkileri ne olmuştur?
Kestirmek kolay değil.
-
Tanzimat’tan bu yana yetişen yazarlar, ozanlar, sanatçılar, düşünürler, bilim adamları bize kendimizi tanıtacak kadar birikimi sağlayamamışlar.
Gösterdikleri çabalar da dar çevrelerde şöyle bir esinti yaptıktan sonra uçup gitmiş.
-
İnsanlık düşüncesinin vardığı son nokta, “Bir şey kıpırdıyordu...”
Bizim de yıllar sonra gelebildiğimiz yer, “Kendimizin ne olup olmadığını” yeterince bilmediğimiz...
-
Bu kadar engin bir bilgisizliğe erişebilmek için, ne kadar çok çalıştık, tahmin edemezsiniz...
*
http://www.milliyet.com.tr/degisim-ve-turkiye/gundem/ydetay/1995129/default.htm
07.01.2015 - 02:30 Milliyet.com.tr » Gündem Ana Sayfa » Gündem Yazarları » Çetin Altan
« Yazarın Önceki YazısıYazarın Sonraki Yazısı »
Değişim ve Türkiye
Sitene Ekle
Şeytanın gör dediği | Çetin Altan
c.altan@bnet.net.tr
Tüm Yazıları »
Doğadaki dur duraksız değişimin, insan toplumlarına nasıl yansıdığını yeterince algılamış kadroları yok Türkiye’nin...
O nedenle de Türkler, değişen çağlarla birlikte daha da hızlanan toplumsal değişimlere bir türlü ayak uyduramıyorlar.
*
Örneğin 19. yüzyılda teknolojinin toplumsal yaşama yaptığı katkı; ulaşımda demiryollarıyla buharlı gemi, iletişimde de telgraftı.
*
Ya 20. yüzyılda teknolojinin toplumsal yaşama yaptığı katkılar?
Ulaşımda jet motorlu uçaklarla elektrikli trenlerin yanında, bir de uzay yolculukları başladı.
*
Uydular aracılığıyla devreye giren TV’ler, cep telefonları, elektronik haberleşmeler...
Sağlık alanında antibiyotiklerle önlenen ateşli hastalıklar; kadınlarda hamile kalmanın irade altına alınması...
*
“Birleşmiş Milletler” gibi, “Dünya Bankası” gibi, “UNESCO” gibi uluslararası kuruluşlardaki artışlar...
*
Hele 21. yüzyılda insanlık nerdeyse delice bir hızla gelişip ilerliyor.
Teknolojideki gelişmeleri izlemek bile zorlaşıyor.
*
Bu aletleri belki biz de kullanıyoruz...
Ama bu aletleri üreten beyinsel dünyanın ışıkları bizim ülkemizde de yanıyor mu?
Bir katkımız oluyor mu bu gelişmelere?
*
Sürekli bir değişimin, sürekli dışında kalma inadı; nereye kadar sürebilecektir?
Türkiye kendi iç dinamikleriyle evrensel değişime ayak uyduramadığına göre, dış dinamikler, gün günden daha çok zorlamaya başlayacaktır Türkiye’yi...
Önümüzdeki yirmi yılda, kim bilir ne beklenmedik sürprizler olacak buralarda da...
*
Türkiye hiçbir zaman kendi gerçekleriyle yüz yüze gelmekten hoşlanmadı.
Ne sinsi talanların üstüne gidilmesinden hoşlandı, ne iri yalanların üstüne gidilmesinden...
Ve değişen çağların sürekli dışında kaldı...
*
Bir zaman sonra çağın dinamikleri Türkiye’yi de sarmalayacaktır...
Biraz tökezledikten sonra burası da çağın bir parçası haline gelecektir.
Gönül ister ki bu süre çok uzamasın ve çok belalı geçmesin.
Yazık olmasın gençlere.
*
http://www.milliyet.com.tr/japon-yengecleri/gundem/ydetay/1992188/default.htm
Altı yüz yılı aşkın imparatorlukta, beyinsel bir yaratıcılık patlaması yerine, içine kapalı, albenisiz kısır bir döngüyü sürdürüp götürmüş olan bir köylülüğün ağır basmış olması, herhalde bir rastlantı değildir.
Neden yüzyıllar boyu köylülüğün içine kapalı, albenisiz kısır döngüsü, beyinsel bir yaratıcılık patlamasına ağır bastı?
*
1185 yılında, Japon İmparatorluğu’nun tahtında kim oturuyordu biliyor musunuz? Antaku adında, yedi yaşındaki bir oğlan çocuğu...
Antaku, Heike sülalesinin başıydı. Ve Heike sülalesi başka bir Samuray sülalesi olan Genj sülalesine karşı, uzun ve öldürücü bir savaşa girmişti.
Her iki sülale de imparatorluk tahtının kendilerine ait olduğunu iddia ediyordu.
*
24 Nisan 1185’te Japonya’daki Dan-No-Ura Körfezi’nde bu uzun savaşa son veren çok kanlı bir çatışma oldu.
Yedi yaşındaki imparator Antaku, savaş gemilerinin birinde Heike kuvvetlerini yönetmeye çalışıyordu. Ama karşısındaki düşman hem sayıca çok daha fazlaydı, hem de başlarındaki komutan çok daha deneyimliydi.
Heike kuvvetlerinin tümü kılıçtan geçirildi, savaşta canlarını kurtaranlar da kendilerini denize atarak boğuldular.
*
O çevre balıkçıları, Heike sülalesine bağlı Samurayların, yengece dönüşerek Japon denizlerinin dibinde yaşadıklarına inanırlar.
Gerçekten de Japon denizinden çıkan yengeçlerden bazılarının sırtı, özel olarak yontulmuşçasına, Samurayların yüzüne benzemektedir.
Balıkçılar, kesinlikle bu yengeçleri yemez ve yeniden denize atarlar.
*
Sırtı insan yüzüne benzemeyen yengeçler, hızla yakalanıp yendikleri için, sırtında Samuray damgası taşıyor görünen yengeçlere oranla daha yavaş ürüyorlardı.
Sonuç olarak da, Samuray damgalı yengeçler daha kolay ve daha korkusuz çoğalıyorlardı. Yengeçleri, sırtlarındaki Samuray görüntüsü büyük bir yaşam güvencesine kavuşturuyordu...
*
Yüzyıllar içinde kuşaklar boyu, Samuray damgalı yengeçler çoğaldıkça çoğaldı, öteki tür yengeçler de azaldıkça azaldı. İnsanın bilmeden doğaya yapmış olduğu bir müdahale ile Japon Denizi’ndeki yengeç soyları arasında bir dengesizlik ortaya çıktı.
*
Aynı tür ikilemler toplumlar için de geçerli olabilir. Köylülük çerçevesi içinde kalmanın daha büyük güvence sağladığı, yan bir sezgiyle benimsenen bir ortaçağ monarşisinde, içe kapalı bir yaşam düzeni, kendi kendini aşmakta hiçbir yarar görmemiş olabilir.
*
Osmanlı tarihinde tek bakışlı eşdeğer yargı ve yorumlar oluşumunu kim ırgalayıp rüzgârlandırmaya kalksa hemen üstüne gidilmiş ve köküne kibrit suyu dökülmüştür.
Aynı kısır döngü içinde yaşayan köylülük kurumu da, en güvenceli yaşam biçimi olarak kalmıştır.
Tıpkı sırtında Samuray damgası taşıyan Japon yengeçleri gibi...
*
http://www.milliyet.com.tr/aydin-kisi-olmanin-kosulu/gundem/ydetay/1989968/default.htm
Neyin, neden olduğunu bir gerekçe bulup açıklayamazsanız, aydın kişi sayılmazsınız.
Her olayın nedenini açıklayacaksınız, ancak açıklama yaparken de ortalığı fazla dalgalandırma-yacaksınız.
Kıvrak zekâlı aydın kişi olmanın koşulu budur.
***
Örneğin, çocuk her yıl sınıfta çakıyor. Anne sızlanıp durmada, baba küplere biniyor. Bu olayın nedenine en uygun gerekçe nasıl bulunur?
Yaşından ötürü bunalım geçiriyor.
***
Çocuğun sersem olduğu için değil de, yaşından ötürü bunalım geçirdiğinden tembellik ettiği için sınıfta kaldığı gerekçesi pek bilimsel sayılmaz.
Sayılmaz ama anneyle babayı rahatlatır.
Sıkışırsan,
- Eğitim bozuk efendim, düzen sorunu, dersin, paçayı kurtarırsın.
***
Çocuk sınıfta çakınca demek ki anneyle babayı kızdırmadan gösterebileceğiniz iki gerekçe var. Biri:
- Yaşından ötürü bunalım geçiriyor.
Öteki:
- Eğitim bozuk efendim, düzen sorunu...
***
Adam her akşam kafayı çekiyor, sonra da,
- Kül tablasını niye dökmediniz, yahut,
- Neden soğuk değil bu su, diye hır çıkarıp camı, çerçeveyi indiriyor.
Aydın kişi olarak buna da usturuplu bir gerekçe bulmanız zorunludur.
- Yaşından ötürü bunalım geçiriyor, derseniz, karısı anlamlı anlamlı başını sallar ama adam kızar böyle gerekçeye.
Bu tür krizlere tıbbi bir gerekçeyle yaklaşmak daha iyidir.
- Stres, dersiniz.
***
Strese her şey girer. Karın ağrısı, baş ağrısı, böbrek ağrısı, boyun, kol ağrısı, kafa kırma, göz çıkarma, küfretme, nara atma, hizmetçiye sulanma, karıyı boşama, işten çıkma, müdürle kavga, sigarayla uyuma, meyhanede gecikme, sofraya küsme, her şey...
Kim nerede ipin ucunu kaçırmışsa, yahut kendinden sızlanıyorsa gerekçe olarak stresi dayanırsın.
***
Böylece, “yaşından ötürü bunalım” yahut “stres”, yahut “düzen sorunu” diye cebinde üç gerekçe varsa, her olayın nedenini aydın kişi olarak ortalığı fazla bulandırmadan kolayca çözebilirsin.
Bakkal kazık attı.
Gerekçe: “Düzen sorunu.”
Otobüs geç geldi.
Gerekçe: “Düzen sorunu.”
Karı evden kaçtı.
Gerekçe: “Stres.”
Koca hırsından sürahiyi aynaya patlattı.
Gerekçe: “Stres.”
Çocuk komşunun kızını
iğfal etti.
Gerekçe: “Yaşından ötürü bunalım.”
Para yetmiyor.
Gerekçe: “Düzen sorunu.”
Elektrikler kesildi.
Gerekçe: “Düzen sorunu.”
Karın ağlayıp duruyor.
Gerekçe: “Yaşından ötürü bunalım.”
***
Ayakkabı ayağını sıkıyor.
Gerekçe... Ahmaklık edip ayakkabıyı ayağına küçük almışsın...
Neden ahmaklık ettiğine gelince, günün yorgunluğundan dikkatin dağılmış, yani stres... Neden o kadar yoruluyorsun, düzen sorunu...
Ayakkabının sıktığından ötürü sövüp sayarsan, yaşından ötürü bunalım...
***
Aydın kişi olarak olayların nedenini bulmak için bu üç gerekçe yeter de artar bile. Gerekçeyi bulduktan sonra çaresini bulmayı da Tanrı’ya havale edersin...
Böylece aydın kişi olarak her şeyin nedenini bilir, rahat edersin...
*
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder