26 Ekim 2009

linkini -şimdi-kaybettiğim bir yazı,Akşam Gazetesi'nden

Balkanlar'daki Osmanlı mirasının peşinde...

Bütün Balkanları köy köy dolaşan üç kişilik fotoğrafçı ekip, önümüzdeki yıl tamamlanacak bir proje kapsamında Osmanlı'nın Balkanlar'daki mimari mirasının dökümünü çıkarıp fotoğraflıyor.

Fotoğrafçı İbrahim Dıvarcı, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteğiyle 2006'da çeşitli ülkeleri gezerek Mevlevihaneler hakkında bir belgesel hazırladığında beklentisinin üzerinde ilgi görmüş. Yurtdışında inşaat projeleri yürüten Hazinedaroğlu şirketi kendisine benzer bir öneride bulunmuş. Dıvarcı'nın, yanına iki arkadaşını da alarak Balkanlar'ı dolaşıp, Osmanlı'nın oralardaki mimari mirasını fotoğraflaması da böylece başlamış.
Dıvarcı'yla birlikte Ahmet Kuş ve Feyzi Şimşek'in imzalarının bulunduğu, ilk cildi önceki aylarda çıkan 'Rumeli'de Osmanlı Mirası' fotoğraf albümünün ikinci cildi önümüzdeki günlerde yayınlanacak. Önümüzdeki yıl tamamlandığında dört cildi bulacak bu değerli eserin ilk cildinde Arnavutluk ve Makedonya'daki Osmanlı mirası yapılara yer verilmişti. İkinci ciltte Kosova ile Bosna Hersek'teki; halen çekim aşamasındaki üçüncü ve dördüncü ciltteyse Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, Macaristan, Sırbistan, Karadağ ve Hırvatistan'daki Osmanlı mimari mirasını göreceğiz.
Akademisyenler ile kurumlardan bilgi ve envanter desteği alarak yola çıkan üç kişilik ekibin önemli özelliği Balkanlar'ın tamamını şehir şehir, köy köy arşınlamış nadir ekiplerden biri olması. Dıvarcı'ya ekibin bu yolculuğunu, karşılaştıkları manzarayı sorduk.

ENVANTER ZENGİNLEŞECEK
- Osmanlı'nın Balkanlar'da inşa ettiği yapılar hakkında yeterince kaynak var mı, göreceğiniz eserleri nasıl saptadınız?
Rumeli'nin uzun yıllar otoriter devletlerin idaresinde kalması ve burayla irtibatın en alt seviyeye inmesi çalışmaları imkansızlaştırmış. Öte yandan Osmanlı arşivlerinin 80 yıllık suskunluğa terk edilmesi de bizim açımızdan kayıp sayılmalıdır. Bu konuda birkaç eser dışında kaynak bulmak imkansız. Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi ve Ekrem Hakkı Ayverdi hocanın kitabı bunlar arasında öne çıkanlar. Tabii bunların yeterli olduğunu söyleyemeyiz, çok çaba harcadık bundan dolayı.

- Peki, bu kaynak sorununu aşabildiniz mi?
Mesela Karayolları'na bağlı Tarihi Taş Köprüler dairesi bize büyük katkı sundu, Vakıflar Müdürlüğü de öyle. Bunların dışında gittiğimiz ülkelerdeki yerel kaynakların çok büyük faydasını gördük. Biz hazırlık aşamasında Arnavutluk'ta yaklaşık 25 civarında Osmanlı eseri olduğunu gördük, araştırmaları biraz derinleştirince sayı 50'ye çıktı. Köy köy gezdiğimizdeyse 70'ten fazla eseri fotoğraflamış olduk. Bosna Hersek'te başlangıçta hazırladığımız listedekinden üç kat fazla sayıda eser tespit edip fotoğrafladık. Bu çalışmanın envanteri büyük ölçüde zenginleştireceğini düşünüyoruz.

- Osmanlı'nın oralarda bıraktığı eserlerden ne kadarı günümüze ulaşabilmiş, ortalama bir oranı var mıdır?
Rumeli'de günümüze ulaşan eserlerin Osmanlı'nın inşa ettiklerinin onda biri olduğunu söylersek abartmış sayılmayız. Ülke ayırımı yapmadan her yerde durum böyle. Evliya Çelebi'nin anlattıklarından böyle bir oran çıkıyor. Örneğin Arnavutluk'taki Berat'ta yüzlerce eserden söz eder Evliya Çelebi, bugün aynı şehirdeki eser sayısı onlarla ifade ediliyor.

RESTORASYONLAR PROBLEMLİ
- Kalanlara iyi bakılmış mı?
Osmanlı eserlerinin son yıllara kadar sahipsiz kaldığı aşikar. Son yıllardaysa bazı restorasyon çalışmaları yapılıyor ama onlarda da iki ciddi problem yaşanıyor. Batılı devletler tarafından finanse edilen ve yönlendirilen restorasyonlarda mesela Osmanlı kültüründe yeri olmayan süslemelere yer verildiğini görüyorsunuz. Yapılar ruhsuzlaşıyor böylece. Ortadoğu kökenli restorasyonlarda ise arabesk tarzlar araya sıkıştırılıyor. Aslına sadık kalınması için bizim sanatçılarımıza, uzmanlarımıza çok iş düşüyor.

- Türkiye'nin bu konuda çalışmaları var mı?
Evet, yakın zamandan beri Mostar Köprüsü restorasyonu gibi önemli işler yapılıyor. Başbakanlığa bağlı Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı'nın da bu yönde projeleri var. Ama bu yöndeki çalışmalar söz konusu coğrafyayla ilişkilerin sıklaşması, yerel halkla irtibatın artmasıyla iyi sonuçlar verebilir. Diyalog arttıkça o eserlerin insanlığın ortak mirası olduğu düşüncesi yaygınlaşamaya başlar.

- Gezilerinizde Osmanlı kültürünün izlerini en yoğun olarak nerelerde gördünüz?
Osmanlı kültürünün bugün yaşadığı herhangi bir yer olduğunu sanmıyorum. Fakat Romanya'daki Köstence, Arnavutluk'taki Berat ve Prizren, Makedonya'daki Kalkandelen eski havasından önemli izler taşıyor. Gideceklere tavsiyem Bosna Hersek Mostar'daki Blagay Tekkesi yakınlarındaki Osmanlı dönemi köşklerini görmeleri...

EYÜP TATLIPINAR-tatlipinar@gmail.com

*
BALKAN SEYAHATİ İZLENİMLERİ(Prof. Dr. İsmail ÇETİŞLİ)
nolur nolmaz diye kopyası

(Bu yazı Bizim Külliye dergisinde (S.41, Eylül-Ekim-Kasım 2009, s.7-11) yayımlanmıştır.)

Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı ile Uluslararası Novi Pazar Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenledikleri Uluslararası Mehmet Âkif ve Balkanlar’da Kültür ve Düşünce Hareketleri ve Yeniden Yapılanması Sempozyumu vesilesiyle Balkanlar’daki Osmanlı coğrafyasının küçük bir kısmını ilk defa görme imkânım oldu. 24 Mayıs 2009 Pazar günü saat 13.25’te İstanbul Atatürk Hava Limanından başlayan yolculuğumuz 31 Mayıs 2009 Pazar günü saat 17.00’de yine aynı mekânda sona erdi.

Gezip gördüğümüz topraklar, İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan eski Yugoslavya’nın (Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti) 1992’den itibaren dağılması sonucu oluşan yedi yeni devletten (Bosna-Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Makedonya, Karadağ, Slovenya, Kosova) üçüne (Sırbistan, Kosova, Makedonya) aitti. Hemen belirteyim ki, bölge hâlâ bir barut fıçısı gibi. Onca farklı ırk, din, dil ve kültürün iç içe geçtiği ve sınırların çoğu yerde masa başında çizildiği bir coğrafyada, küçük bir kıvılcımın büyük bir yangına sebep olması içten bile değil. Dün ve bugün olduğu gibi, yarın da çıkabilecek bir yangında en büyük acıyı yine Müslümanlar yaşayacak.

Uçağımız 24 Mayıs Pazar günü saat 14.05’te Belgrad Hava Alanına indi. Zaman darlığı sebebiyle Belgrad’ı sadece otobüs turu sınırları içinde görebildik. Önce Tito yönetimi, ardından da savaş gören Belgrad, çıplak gözle görülebilen bir perişanlık içinde. Osmanlı döneminin bu ünlü şehrindeki pek çok ata yadigârı eserden bugün pek azı ayakta kalabilmiş; daha doğrusu Sırplar tarafından bırakılmış.

Belgrad şehir turundan sonra Sırbistan sınırları içinde kalan Sancak bölgesinin merkezi Novi Pazar’a (Yeni Pazar) doğru yola çıktık. Dağlar arasındaki oldukça dar ve yetersiz yollardaki uzun bir yolculuktan sonra, ancak gecenin ilerleyen saatlerinde şehre ve kalacağımız varabildik. Bölge coğrafyasından hafızada kalan temel nitelikler; yer yer ovalarla karşılaşılmasına rağmen genelde dağlık bir bölge olması, Anadolu bozkırına göre çok daha fazla yağış alması sebebiyle yeşillik ve ormanlık olması, hemen her şehrin (Belgrad, Yeni Pazar, Prizren, Üsküp) ortasından bir nehrin geçmesi şeklinde sıralanabilir.

Novi Pazar, Kosova-Karadağ-Sırbistan sınırlarının kesiştiği bölgede 50.000 nüfuslu bir şehir. XV. yüzyılın ortalarında, Saraybosna’nın da kurucusu olan İsa Bey İshakoviç tarafından kurulmuş. Sırbistan sınırları içindeki Sancak’ın önemli merkezi olan şehrin ortasından Raşka Nehri geçiyor. Halkın yüzde sekseni Müslüman. Bu sebeple sık sık minarelerle karşılaşıyorsunuz ve bu minarelerden yükselen ezan sesleri sizi âşına bir beldede olduğunuzu hatırlatıp yabancılık tedirginliğinden kurtulmanıza vesile oluyor.

Bugün Sırbistan sınırları içinde kalan Yeni Pazar merkezli Sancak bölgesinde 400.000 Boşnak yaşıyor. Toplam 2.000.000 civarında olduğu söylenen Boşnak nüfusun bir kısmı Karadağ’da, bir kısmı ise Bosna-Hersek’te kalmış.

Yeni Pazar’da ev sahibimiz genç, ama dinamik Uluslararası Novi Pazar Üniversitesi idi. 2002’de Müftü Muammer Zukorliç’in önderliğinde kurulan özel üniversitenin beş-altı fakültesinde (İlâhiyat, İktisat, Bilgisayar, Filoloji…) 4.000 civarında Boşnak, Sırp, Hırvat, Türk, Arnavut asıllı öğrenci eğitim-öğretim görüyor. Üzücü bir durum, üst sınıflarda çok az öğrencisi bulunan Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün talep yetersizliği yüzünden kapanma aşamasına gelmiş olması.

Pazartesi sabahı Uluslararası Novi Pazar Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Mevlüt Dudiç, Burdur Mehmet Âkif Üniversitesi rektör yardımcısı Prof. Dr. M.Zeki Yıldırım ve Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı başkanı Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’nin konuşmalarıyla başlayan sempozyum, iki gün boyunca iki salonda yapıldı ve oturumlarda toplam 35 civarında bildiri sunuldu. Sempozyuma Türkiye’deki 18 farklı üniversiteden katılımcıların yanı sıra Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya, Arnavutluk ve Sancak’tan da katılımcılar mevcuttu. Bildirilerin yüzde doksanı Mehmet Âkif’le ilgiliydi. Öğrenci ağırlıklı dinleyicilerin Türkçe bilmemeleri sebebiyle konuşmalar Boşnakçaya çevrildi. İşin üzücü tarafı Başnokçada Âkif ile ilgili bir satır bilgi veya tercüme edilmiş bir mısraın olmaması. Dolayısıyla sempozyum, bu konudaki ilk ciddi faaliyet olması sebebiyle sevindirici bir teşebbüs oldu. Mehmet Âkif Üniversitesi ile Uluslararası Novi Pazar Üniversitesi arasında işbirliği protokolü imzalanması ise geleceğe yönelik ümitlendirici güzel bir adım.

Başta Novi Pazar Üniversitesi rektörü olmak üzere üniversite çalışanları canla başla sempozyumun verimli geçmesine gayret ettiler. Son derece sıcak ve samimi bir duyarlılık içinde kusursuz bir ev sahibi olmaya çalıştılar. Buradan emeği geçen bütün dostlara (Müftü Muammer Zukorliç, Rektör Prof. Dr. Mevlüt Dudiç, Prof. Dr. Metin Izeti, Enes Akbulut, Bünyamin Bey ve diğerleri) bir kez daha şükran duygularımı ifade etmek isterim.

28 Mayıs Perşembe günü sabah erkenden Yeni Pazar’dan ayrılıp Kosova’ya geçtik. Çünkü bir zamanlar Yeni Pazar’a bağlı olan Âkif’in babasının köyü Susişa, şimdi Kosova sınırları içinde. Amacımız Mehmet Âkif’in Susişa’daki akrabalarını ziyaret etmekti. İpek’ten sonra ana yola 5-6 km içerde bulunan Susişa, 100 haneye yakın bir dağ köyü. Köyde ilk karşılaştığımız eser, mezarlık içindeki yıkık cami oldu. Camiyi Mehmet Âkif’in dedesi yaptırmış. Oğlu Tahir’i de camiye imam olsun diye İstanbul’a tahsile göndermiş. Ancak Tahir Efendi, bir daha geri dönmemiş. Hatta Mehmet Âkif çok sonraları köyünü ziyarete gidip amcaoğullarını İstanbul’a götürmek istediğinde amcaları; “Tahir gitti dönmedi, bunlar da dönmez” diyerek oğullarının İstanbul’a gitmelerine izin vermemişler.

Mehmet Âkif’in akrabalarının bir kısmı Arnavutluk’ta bir kısmı Bursa’da yaşadığından Susişa’da birkaç aile kalmış. İstiklâl Marşı şairimizin yaşayan en yakın akrabası 85 yaşlarındaki amcasının torunu Adem Mulay. Yaşlı adam, bizleri içten bir samimiyetle karşıladı; izzet ü ikramda bulunmak için çırpındı; sorularımızı cevaplandırdı. İlerleyen yaşına rağmen Adem Mulay’ın tek arzusu Türkiye’yi görebilmek.

Tika (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı)’nın Susişa köyünün okuluna bir kat ilâve edip onarması ve Mehmet Âkif adının verilmesi; duvarlarda yer yer Âkif’in resimlerinin bulunması sevindirici bir durum.

Aynı gün akşama doğru Prizren’de’yiz. 100 bin nüfuslu tam bir Osmanlı şehri olan Prizren’deki 30 camiden 26 Osmanlı eseri. Yüzünüzü hangi yöne çevirseniz ata yadigârı bir cami, medrese, türbe, han, hamam gibi tarihî yapılarlar karşılaşıyorsunuz.

29 Mayıs Cuma sabah erkenden yağışlı bir havada Pristina yolundayız. İlk olarak yol üstündeki Murad Hüdavendigar Türbesine uğruyoruz. Osmanlı İmparatorluğunun Rumeli’yi fethinde büyük başarıları olan ve savaş meydanlarında şehit olan (1389 yılında yapılan 1. Kosova Meydan Muharebesi) tek Osmanlı padişahı Murad Hüdavendigar’ın türbesi son derece temiz ve bakımlı. Hemen karşı tepede Gazi Mestan türbesi var. Üçgenin diğer ucunda ise Murad Hüdavendigar’ı kalleşçe hançerleyen Sırp Miloş adına dikilmiş Sırp anıtı.

Kosava’nın başkenti Pristina, inşa hâlinde Batılı bir şehir. Amerika Birleşik Devletlerine duyulan minnettarlık, bütün Kosova’da olduğu gibi Piriştina’da da adım başı karşınıza çıkıyor. Şehirde Türk konsolosluğu ve Tika şubesi ziyaret ediyoruz.

30 Mayıs Cuma sabahı erkenden Kosova’dan Makedonya’ya geçiyoruz. Şardağlarında bu Mayıs ayının son günü bir sürprizle karşılaşıyoruz. Çiseleyen yağmur çok geçmeden kara dönüşüyor. Böyle bir atmosfer altında otantik bir dinlenme tesisinde güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Makedonya sınırındaki can sıkıcı bekletilmeye rağmen Üsküp’ü görmenin dayanılmaz arzusu var hepimizde. Ancak önce Kalkandelen şehrine uğruyoruz. Türk-İslâm sanatının nefis örneklerinden Alaca Cami ve zayıf da olsa hâlâ işlevini sürdüren Harabati Dede Tekkesi ziyareti.

Belgrad, Yeni Pazar, Prizren, Pristina, Kalkandelen’den sonra nihayet Üsküp’teliz. Yahya Kemal’in Türk ve Müslüman şehri, “Yıldırım Beyazıd Han diyârı” Üsküp. Ne tarafa dönseniz bir cami, bir medrese, bir çarşı, bir hamamla karşılaşacağınız tam bir Osmanlı ve Müslüman şehri Üsküp. Böylesi bir atmosferde Yahya Kemal’in “Kaybolan Şehir”deki mısralarını hatırlamamak ve hayıflanmamak mümkün mü?

Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin

Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için.

Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!

Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,

Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene

Gezimiz, Üsküp’en tekrar Prizren’e dönüş ve 31 Mayıs Pazar günü Pristina Hava Alanından saat 14.35’te İstanbul’a hareketle son buluyor.

***

Gezi boyunca olduğu gibi, sonrasında da kalbime hâkim iki temel duygu var; hüzün ve gurur. Hüznüm, XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren fethettiğimiz ve tam beş yüz yıl üzerinde yaşadığımız bu coğrafyayı, XX. yüz yılın başında terk etmek mecburiyetinde kalmış olmamızdan. Zira bu coğrafya sıradan bir “toprak” değil. Tam beş yüz yıl kanımız, canımız, alın terimiz, göz nurumuzla taş taş, ilmik ilmik işleyip bizim kıldığımız bir vatan. Hüznüm ve kahroluşumun daha önemli bir sebebi, mecburî ayrılıktan sonra geçen yüz yıl içinde bu coğrafyayı unutuşumuz ve unutturuluşumuzdur. Çünkü o vatan topraklarında nice “evlâd-ı fatihan” yadigârı güzelim eserlerin yanı sıra nice ırkdaş, dindaş ve gönüldaş bırakmışız. Bizim vefasızlığımıza rağmen onlar bizi unutmamışlar ve hâlâ geri döneceğimiz günü bekliyorlar. Sancak bölgesinin genç müftüsü ve Uluslararası Novi Pazar Üniversitesi rektörünün sürekli tekrar ettikleri “anne-evlât” teşbihi çerçevesinde dile getirdikleri samimi bağlılık duyguları karşısında insanın sarsılmamak mümkün değil.

Diyorlar ki; “Annemiz, bir gün içinde bulunduğu mecburiyet karşısında evâadını terk etti. Biz bu topraklarda yetim kaldık. Yüz yıldır da yetim olmanın sıkıntı ve acılarını yaşıyoruz. Bugün şartlar değişti. İstiyoruz ki anne artık evlâdını tanısın ve bağrına bassın. Biz annemizi seviyoruz. Bir evlât olarak ondan sadece sevgi ve şefkat bekliyoruz.”

Hiç şüphesiz bu cümleler, şikâyetçi bir gönlün değil, kırık ve buruk bir gönlün samimi duygu ve dileklerini ifade ediyor. Elbette “evlât”ların sitemini anlıyor; kırgınlıklarının acısını yüreğimde hissedebiliyorum. Ya annenin duyguları?

Evlâtların bu yakıcı cümlelerini dinlerken Refik Halit Karay’ın “Gözyaşı” isimli hikâyesini hatırladım. Bir anne için evlâtlarını kaybetmenin ne büyük acı olduğunu dile getiren o güzel hikâyeyi. Refik Halit hikayesini yazarken anne-evlât ilişkisinde hangi anlamı esas aldı bilemem, ama bana hem gerçek hem de mecazî anlamda yorumlayabileceğimi düşündürdü. Bilmeyenler için özetleyeyim.

Rumeli topraklarını kaybetmemizin son büyük darbesi olan Balkan Harbi başlayınca, düşman sınırına yakın Serfice bölgesindeki köylere bir akşam üstü “Düşman geliyor!” cümlesinin sebep olduğu bir korku yayılır. Çünkü bu gelen düşman, “din ve ırz düşmanıdır”; “Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman kadını kirletecek”tir. Bütün köy halkı gibi Dul Ayşe de yaşlı atı ve üç çocuğu ile kaçmak zorunda kalır. Beş yaşındaki oğlu Ali’yi atının terkisine bindirmiş, üç yaşındaki kızı Emine’yi bir kuşakla atının eğerine bağlanmış, bir yaşındaki oğlu Osman’ı da kucağına almıştır. Ancak Dul Ayşe, yağmurlu ve karanlık bir gecede yaşanan kaçışında önce atını kaybeder; ardından da birer birer çocuklarını. Hikâyenin gerisini Refik Halit’in dilinden dinleyelim:

Evvelâ çöken, sonra da başını uzatıp yan üstü uzanan, bir türlü kalkmak mecalini bulamayan attan iniyorlar; çarçabuk iniyorlar. Zi­ra durmadan ilerleyen felâket kafilesinden ayrı düşmek Ayşe’ye hep­sinden daha korkunç geliyor.

Fakat geride kaldığını anlayıp bir müddet sıkı yürüyünce artık bu üç çocuğu birden taşımak, sürüklemek imkânı kalmadığını görüyor, hem koşuyor, hem düşünüyor: İkisini olsun kurtarmak için birini feda etmek, hafiflemek lâzımdır.

Hangisini?

Ayşe, yanında diz kapaklarına kadar çamurlara bata çıka yürümeye çalışan Ali’nin minimini elini bırakmak istemiyor. Boyuna dolanan me­calsiz kolları da çözmeğe cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak, hareket­siz, sessiz bohça ona zaten cansız gibi görünüyor. Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, havasızlıktan, ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidi budur: Yaşamadığını anlayarak, azapsız, kundağı bir tarafa, en az ça­murlu, en az batak yere bırakıvermek…

Bütün o kıyamet içinde, elinden tuttuğunu ve omuzlarında taşıdı­ğını sürüklerken kucağındakine eğiliyor, dinliyor… Ses işitmemek, ha­reket duymamak ümidile dinliyor ve yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor, “eyvah!” diyor.

Bu sırada, ilerleyen kafile, selin batıra çıkara, vura çarpa sürük­lediği bir enkazdan başka bir şey değildir. Karanlığın içinde düşerek, çamurlara gömülenler, üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe, hâlâ yükünü atmaya razı olamıyor. Yüzü ve vücudu belki de, yağmurdan faz­la soğuk döktüğü terle ıslanmıştır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarını çamurdan çekebilecek kudret gittikçe azalıyor, kollarında ve boynunda öyle bir kesiklik, bir uyuşma, bir karıncalanma, nihayet bir duymayış var ki.. Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü, kendi­liğinden, bıraktığını ancak yarı anlayabiliyor.

Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır, fakat daha sı­cak, daha canlı, soluyan ve sarılan birini hissediyor: Ali, gemi azıya almış, bir atın arkasından, üzengiye takılı çekilen bir ceset gibiydi, yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı, sürükleniyordu. İşte o, şimdi, bağrının üzerindedir. Uzun bir hasretten sonra biribirlerine ka­vuşmuşlar gibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma hâlâ devam edi­yor, yağmur ve çamur da beraber…

Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mı yine koşuyorlar; koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tükeniyor, demin yolda bıraktıkları at gibi yere uzanıvereceğini anlayarak, haykırarak, birini imdadına çağırmak istiyor. Yine koşuyor ve birden, acayip bir hafiflik, bir canlılık duyu­yor, ileriye hamle ediyor.

Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf, ufak kollar artık yoktur; Emine de dökülmüştür.

- Çık sırtıma Ali, diyor, iyice sarıl, sıkı sarıl, sakın gevşeme!

Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, yine kalka­rak, yine yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşlı yüzünü yıkaya yıkaya, bi­teviye, mola vermeden, yürüyor. Ali’sini kurtarmış olmak sevincile. Öbür felaketlere katlanıp ümit içinde yürüyor, kafileye yetişiyor, ka­filenin önüne geçiyor, kafileyi geride bırakıyor ve seher vakti ay yıl­dızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor:

- Kurtulduk Ali, diyor. Kalk Ali!

Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe, saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor, hâlâ:

- Kalk Ali, kurtulduk Ali.

Diyor, gülümsüyor, mütemadiyen, geceki yağmur gibi dökülen coş­kun gözyaşları içinde gülümsüyor.” (Gurbet Hikâyeleri, İnkılâp ve Aka, İstanbul, 1965, s.26-27)

Dul Ayşe, o günden sonra bir daha ağlayamaz; ağlamak istese de gözlerinden yaş gelmez. İşte evlâtlarını -terk eden değil- kaybeden annenin hâli. Sanırım evlâtlar annelerini anlayacaklardır.

***

Gurur duygusunun sebebine gelince. Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışındaki bu küçük coğrafyada ırkdaş, gönüldaş ve dindaşlarınızla karşılaşmak; tarihinizin önemli bir kısmını teşkil eden dönemlerin çok somut delilleriyle yüz yüze gelmek ve söz konusu tarih sebebiyle sıcak ve samimi bir alâkaya muhatap olmak, elbette sizi mutlu ediyor ve gururlandırıyor. Kosova’daki Türk Birliği komutanının yaşadıklarına dair anlattıkları, bu duyguları daha da perçinliyor. Çünkü her türlü etkinliklerde Türk Birliği komutanı, yabancı bir asker değil, ev sahibi muamelesi görüyor. Türkçe bilmeyen bir ana, sadece üniformasındaki ay yıldızlı bayrak sebebiyle gelip ona kendi evlâdı imiş gibi sarılabiliyor.

Seyahat sonunda iki şeye şiddetle ihtiyacımız olduğunu bir kez daha idrak ettim. Bunlardan birincisi; her vatandaşımızın mutlaka ve mutlaka Osmanlı-Türk coğrafyasını gezip görmesi ve tanımasıdır. İkincisi biriciye bağlı bir sonuç. Ne yapıp edip sınırlarımız dışında yüzümüze tutulacak bir aynada, kendi gerçeğimizi görüp idrak etmek. O zaman içeride ne kadar yersiz, ne kadar anlamsız, ne kadar gülünç, ne kadar basit ve ne kadar çocukça işlerle, çekişmelerle, didişmelerle ömür tükettiğimizi daha iyi fark edeceksiniz.
*
Sabah Ülkesi ocak 2008
haluk dursun röportajı

Hiç yorum yok: